Efendim! Kalbimiz sevginle dolsun...
Dersleri bitmiş, okuldan çıkmışlardı. Tek başına Taksim’e doğru gidiyordu. Alman Konsolosluğu civarında bir mescit vardı. Tam oradan yukarıya doğru giderken, bir baktı, Farsça hocası, mescidin duvarına yaslanmış, son nefesini verir gibi bir hâli var. Hâlsiz, mecalsiz, başı hafifçe sağ öne düşmüş, boynu bükülmüş, öyle duruyor. Hemen koşarak yanına gitti ve:
"Hocam, hayırdır, geçmiş olsun neyiniz var, hasta mısınız?" dedi.
Baktı, hocası ağlıyor.
"Hocam niçin ağlıyorsunuz, başınıza bir şey mi geldi?" dedi.
Yaman Dede, çok ince, çok tiz, çok gevrek bir sesle:
"Hayır yavrum hayır!" dedi. "Resulullah (A.S.m.) aklıma geldiği zaman, kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor, ya bir yere dayanmam gerekiyor veya oturmam icap ediyor." (Yaman Dede Belgeseli, Mustafa Özdamar)
Ne aşk Rabbim! Onun ismini duyunca ayakta duracak mecalin kalmaması, ne büyük bir sevda!
Onun sevgisiyle yüreğin dolması, bedenin o yüreğin ağırlığıyla yolda kalması… Ne güzel bir rüya!
Günümüzde Mutluluk Çağı’nı yansıtan capcanlı bir tablo…
Onun adını andığında yığılıp kalıyordu
Bilal-i Habeşî de, Onun ayrılık acısına dayanamayanlardandı. Resulullah’ın vefatından sonra, ne zaman ezan okumaya dursa, "Eşhedü enne Muhammede’r-Resulullah" der demez yığılıp kalıyor, Resulullah’a olan özlemiyle yanıp tutuşuyor, gözyaşı döküyordu. Bu hâlde Medine’de kalmaya daha fazla tahammül edemeyerek Şam’a gidip yerleşmişti.
Bir gece rüyasında Efendimizi (A.S.m.) gördü. "Bunca ayrılık yetmedi mi, ya Bilal? Hâlâ kabrimi ziyaret etmeyecek misin?" dedi ona… Bilal’in kalbi, duracak gibi oldu. Heyecan ve ter içinde uyandı. Hemen hazırlığa başladı. Şafak sökerken Medine yollarına düştü. Issız çölleri yara yara Medine’ye ulaştı.
Ona rastlayanlar, selam veriyorlar, birbirlerine, "İşte Bilal, işte Hz. Peygamber’in müezzini. Onun gibi ezan okuyan, bu dünyaya gelmemiştir" diyorlardı. Fakat o, hiçbirini duymuyor, görmüyordu. Kuvvetli bir çekim gücü onu kendisine doğru çekiyordu. Yüce makama, Sevgilisinin kabrine vardığında, olduğu yere yıkıldı; bayılmıştı…
Ayıldığı zaman, başucunda, Resulullah’ın torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin vardı. Sanki dünyalar onun olmuştu. Sarıldılar, kucaklaştılar, ağlaştılar. "Yavrularım! Ne kadar da dedeniz gibi kokuyorsunuz!" dedi.
Hz. Hasan sordu: "Dedemiz seni de çok severdi. Acaba Onun hatırı için, bir şey istesek yapar mısın?" Hz. Bilal, "Bu ne biçim söz?" dedi, "Bu kölenizden ne emrederseniz, yerine getiririm!"
"Senden, bir defa da olsa ezan dinlemek istiyoruz. Ricamız sadece budur" dedi Hz. Hasan.
Ertesi sabah Bilal-i Habeşi, yanık ve hasret dolu sesiyle, "Allahü Ekber! Allahü Ekber!" dediği zaman, bütün Medine halkı sokaklara döküldü, Mescid-i Nebevi’ye koştu. Halk o kadar coştu ki, Peygamber Efendimiz yaşıyor sandılar. Bilal-i Habeşi o günden başka daha ezan okuyamadı. Ve yine Medine’de duramadı. Efendisinin yokluğunda, oralarda durmak onun yüreğinin çekemeyeceği bir yüktü.
O geriye "aşk"ını bıraktı
Suudi Arabistan’dan İstanbul’a bir zat gelmişti, Seyyidler Cemaatinden... Öyle nurlu ve parlak bir siması vardı ki, doğrudan doğruya Onu ( A.S.m.) hatırlatıyordu görenlere… Gülümseyince güller açıyordu yüzünde... Bakışları ruhları okşuyordu. Ona sarılmak istiyordu gönüller, Ona (A.S.m.) sarılır gibi...
"Ey güzel insan, sen benim Peygamberimin torunusun. Sen Onun soyundansın. Ve bu güzelliği de Ondan almışsın" demek istiyordu diller...
Yaman Dede gibi Onun adını her hatırlayışta yığılıp kalmak, Bilal-i Habeşi gibi yokluğuna dayanamamak, Onu hatırlatan birini gördüğünde gözyaşlarına boğulmak, Onun aşkıyla yanmak...
Ne saadetli bir duygu!
O, "kutlu doğumu"yla âleme nurunu yaymıştı. Rabbinden getirdiği hakikatlerle varlık âlemini aydınlatmıştı. Bu dünyadan gittiğinde ise geriye "aşk"ını bırakmıştı. Onu seven gönüller, Ona pervane olan kalpler, Onun adı anıldığında salât ü selâma durmuş, Ona olan sevgileriyle gözyaşları dökmüşlerdi. Bazen de dayanamayıp bayılmışlardı.
Onun nurundan nasiplenmeyenlerse, yaptıklarıyla, yazdıklarıyla ve çizdikleriyle bilgisizliklerini ve bilinçsizliklerini sergilemişlerdi. Onun (A.S.m.), inanmayanları bile içine alan engin şefkatini bilselerdi ne yaparlardı acaba?
O, kendisini taşlayanlara bile beddua etmemişti
Tebliğ göreviyle gittiği Taif’ten taşlanarak kovulduğunda, Cebrail ( A.S.) yanına gelmişti ve Ona (A.S.m.) "Allah, sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin" demişti.
Dağlar meleği de, emrine âmade olduğunu ve istediği takdirde Ebu Kubeys ve Kuaykıan Dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söylemişti.
Fakat o şefkat ve merhamet kaynağının arzusu bu değildi. Dağlar meleğine şu cevabı vermişti:
"Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teala’nın bu müşriklerin sulbünden, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır."
Onun maksat ve gayesi, kendisini taşlayanları, hakaret edenleri beddualarla yok etmek, belâ ve musibete uğratıp perişan etmek değildi. Aksine, insanların imana kavuşması, hidayete ulaşması ve sonsuz saadete ermesiydi.
Onun duası bizim duamız, Onun arzusu bizim arzumuz, Onun gayesi bizim gayemiz…
Ey Efendimiz! İyi adına her ne biliyorsak senden öğrendik, her ne güzellik varsa sende gördük… Seni rehber edindik, Senin sevdiğini sevdik, Senin yerdiğini yerdik, Senin kâinatı dolduran şefkatine sığındık… Kalbimiz sevginle dolsun!
Senin davana canımız feda!
Sana sonsuz salât ve selam olsun, kâinatın zerreleri adedince…
Alemlerin efendisi Hz.Muhammed (sav) efendimize salâtu selam ile...
Rabbime emanet olunuz Selam ve Dua ile..