Tatliaskim
Osmanlida Kadin Sairler 81988cauba10

TURKISHNIGTS~PORTAL`A HOSGELDINIZ
IYI EGLENCELER DILERIZ

Tatliaskim
Osmanlida Kadin Sairler 81988cauba10

TURKISHNIGTS~PORTAL`A HOSGELDINIZ
IYI EGLENCELER DILERIZ

Tatliaskim
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yapOsmanlida Kadin Sairler I_icon_mini_members7rujj

 

 Osmanlida Kadin Sairler

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Vedat_54
UYE
Uye

UYEUye
avatar


Erkek
Mesaj Sayısı : 49
Points : 0

Reputation : 0
Kayıt tarihi : 28/05/08

Osmanlida Kadin Sairler Empty
MesajKonu: Osmanlida Kadin Sairler   Osmanlida Kadin Sairler EmptyÇarş. Mayıs 28 2008, 19:05

Osmanlıda Kadın şairler




-TASVİR VE TARİHÇE

Osmanlıda kadın şairler kadar, kadın şairler üzerine yapılmış
araştırmaları da gözden geçirmek isteyen bir araştırmacı hayal
kırıklığına uğramayı peşinen göze almak zorundadır. Sözünü ettiğim
hayal kırıklığı kadın şair sayısının azlığı gibi bunlar üzerine yapılan
araştırmaların sayısının da azlığından kaynaklanmaktadır. Geleneksel
dönemde edebiyat tarih ve tenkidinin yerini tutan tezkirelerle sınırlı
kalan edebî araştırmalarda adı geçen kadın şair sayısı iki elin
parmaklarından çok az fazladır. Tezkirelerin sınırlı ifade kalıplarına
sıkışmış olarak birbirine benzer cümlelerle tanıtılan, bir çoğunun
eserleri dahi elimize ulaşmış olmayan bu şairler hakkında doyurucu
araştırmaların yapılmış olmasını zaten bekleyemeyiz. Tanzimat
sonrasında sayılarında artış görülen kadın şairler üzerinde ise
münferit ve ciddi birkaç çalışmanın varlığına rağmen; kadın
şairlerimizi başlangıçtan itibaren ele alarak ortaya gerçek bir
panorama çıkaracak sistemli bir çalışmanın henüz yapılmadığı aşikârdır.

Osmanlı kadın şairlerini gözden geçirmemize yarayacak zaman çizgisi,
Tanzimat zihniyeti ile ikiye bölünmek zorundadır. Ancak Tanzimatın
eksen aldığı zihinsel düzlem üzerinde yenileşen ve Batı etkisine giren
edebiyatın başlangıcından, yani Tercüman-ı Ahval’in neşir tarihi olan
1860’dan sonra da geleneksel çizgide şiir yazmaya devam eden, bir başka
deyişle tipik Divan şairi gibi davranan kadın şairlerden söz
edilebilir. Bu bakımdan kadın şairlerle ilgili söz konusu bölümlenme
yatay bir bölümlenme olmaktan ziyade düşey bir bölümlenme olmak
zorundadır.
Divan edebiyatı ve bunun Tanzimat yılları içindeki uzantısı, yani XV.
ve XIX. yüzyıllar arası, kadın şair kronolojisinin ilk bölümünü teşkil
eder. Zaman bakımından uzun fakat kadın şair sayısı bakımından az bir
niceliğe sahip olan bu dönemi Geleneksel dönem olarak adlandıralım.
Tanzimat hamlesinin getirileri ile biçimlenen ve Cumhuriyete (1923)
veya daha doğrusu harf inkılâbına (1928) kadar süren bölümü ise
Yenileşme dönemi olarak adlandıralım. Kendi içinde Tanzimat yılları ve
Meşrutiyet sonrası olarak ikiye ayırabileceğimiz bu dönem ise zaman
itibarıyle daha dar olmasına rağmen kadın şair sayısı bakımından
yoğundur. Bir başka deyişle Geleneksel dönem ile Yenileşme döneminin
kadın şairlere yüklediği yoğunluk, süre ve sayı arasındaki ters bir
orantıyı işaret etmektedir. Tasvir ve tarihçe cihetinde ortaya çıkan bu
ters orantının yorumu üzerinde bu yazının son bölümünde durulacaktır.
Önce Osmanlıda yetişmiş kadın şairleri kısaca gözden geçirelim:


A-GELENEKSEL DÖNEM

Anadolu sahasındaki ilk şuara tezkiresi sayılan Sehi Bey Tezkiresi’nden
başlayarak tüm tezkirelerde Divan edebiyatının bir mensubu olarak yer
tutan kadın şair sayısındaki ürkütücü tenhalık Osmanlı edebiyatından
kadınlara düşen pay hakkında fikir vericidir. Ve topluca gözden
geçirildiğinde geleneksel dönemde yetişen kadın şairler arasında bazı
ortak hususiyetler dikkat çeker:

Çoğu İstanbul, Trabzon (Fıtnat, Saniye, Mahşah) ve Amasya (Zeynep,
Mihrî, Hubbî) gibi bölgelerde yetişmiştir. İstanbul’un kültür başkenti,
Amasya ve Trabzon’un da birer şehzâde sancağı ve buna bağlı olarak
kendine özgü birer kültür iklimi olduğu düşünülürse, kadın şairlerin
yetişmesi için bu coğrafyaların mümbit bir zemin teşkil ettiği fark
edilir.

Bu kadın şairlerin hemen tümü baba ya da eş vasıtasıyla, genellikle de
her iki taraftan, sosyal statüsü ve refah düzeyi yüksek ailelere
mensupturlar. Vali, kadı, kazasker, şeyhülislâm veya paşa kızıdırlar.
Bir başka deyişle hepsi “Babasının kızı”dırlar. Zeynep bir kadı’nın
kızıdır, Mihrî bir şairin. Sıtkî ve Leylâ kazasker, Fıtnat şeyhülislâm,
Münire sadrazam kızı olarak gelirler dünyaya. Trabzonlu Fıtnat’ın
babası vali, Leylâ Saz’ın babası hekimbaşıdır. (Esasen Yenileşme
döneminde de durum değişmeyecektir. Nigâr Hanım, Fatma Aliye ve Emine
Semiye birer paşa kızıdırlar, Makbule Leman’ın babası V. Murad’ın
kahvecibaşıdır).

Çoğu ilmiye sınıfına mensup babaların kızı olarak müreffeh bir aile
yapısı içinde dünyaya gelen, konak veya yalılarda Osmanlı teşrifatının
kendine özgü büyüsünü teneffüs ederek büyüyen bu kızlar, kız
çocuklarının eğitimi hususunda toplumun genel anlamda “yeterli” bulduğu
tahsil tanımı ile yetinmeyen babalarının teşviki ve programı
doğrultusunda, Osmanlı eğitiminin önemli bir kısmını teşkil eden “konak
eğitimi” ile evde ve özel hocalar elinde yetişmişlerdir. Bazılarının
bizatihi ilk hocaları babalarıdır. Daha az sayıda olmak üzere ağabey ve
eş ikliminden bilgi devşirdikleri de görülür. Bu eğitim genellikle dinî
bilgiler ile Arapça ve Farsça çevresinde genişletilen edebî bir program
takip eder. (Yenileşme etkisine giren ailelerin kızlarına tedris
ettirdikleri programda ise Fransızca baş köşeye oturacaktır).

Geleneksel dönemde kadın şairlerin bir kısmının ehl-i tarik olduğu
dikkat çeker. Bir kısmı Mevlevî (Leylâ), Kadirî (Sırrî) veya Nakşî
(Âdile Sultan)’dirler. Aynı anda birden fazla tarike intisabı
bulunanlarla da karşılaşılır (Şeref, Mahşah). Bu intisab onlara şiir
söylemek hususunda daha bereketli ve özgür bir ortam sağlamıştır.




Sosyal yapılanma itibarıyle devrinin üzerinde yer alan ailelerin
ikliminde yetişen bu kadınlar, çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren
aile çevresinde gerçekleşen şiir-edebiyat sohbetlerine, meclislere,
sanat çevrelerine katılma imkânı bulmuşlar, böylece kültürel anlamda
hemcinslerinin önüne geçebilmişlerdir.

Evlilik hayatlarında çoğunun mutlu olamadığı dikkat çeker. Kimi hiç
evlenmemiş (Mihrî, Nakıye), kimi boşanmış ve tekrar evlenmiş ya da
evlenmemiş (Leylâ, Trabzonlu Fıtnat), kimi de kendilerini mutlu etmeyen
bir evliliği sürdürmüşlerdir (Fıtnat). Şiir onlar için bir bakıma
mutsuzluklarının hem sebebi, hem neticesi olan bir hitap alanı
oluşturmuştur.

Bir kısmı güzel sanatların birkaç dalına aynı anda ilgi göstermiş,
şairliğin yanı sıra musıkişinas ya da bestekâr (Leylâ, Zeynep, Mahşah)
ve hattat (Ani, Feride, Trabzonlu Fıtnat) olarak da isim yapmıştır.

Ancak söyledikleri şiir, kısmen Mihrî hariç tutulursa, bir kadın
kalbinde mevcut bulunabilecek duyguların ifadesi olmaktan ziyade dönem
edebiyatının klişeleşmiş mazmunlarıyla terennüm edilen bir erkek
kalbinin yansımalarını verir. Rağbet ettikleri şiir türünün daha ziyade
gazeller, en çok da nazireler olduğu düşünülürse, Geleneksel dönemde
kadın şairlerin, erkek duyarlığı etrafında klişeleşen bir edebiyatın
ağırlığı altında varlık gösteremedikleri fark edilir.


Zeynep Hatun:
Fatih dönemini Mihrî Hatunla birlikte temsil eden Zeynep Hatun, adı
bilinen ilk Türk kadın şairi olup, kaynaklarda Amasyalı ya da
Kastamonulu olduğu ifade edilmektedir. Divan edebiyatının şekillenme
döneminde Fatih çevresinde hissedilen verimli sanat iklimi, sanata ve
sanatçıya hasredilen teşvik bu iki kadın şairin varlık göstermesinde de
etkili olmuş olmalıdır. Asıl adı Zeynünnisa olan Zeynep Hatun bir kadı
kızıdır. Bir kadı olan ve şiir çalışmalarını anlayışla karşılayan İshak
Efendi ile evlenmiştir. Kültürlü bir muhitte yetişmiş, Arapça, ve
şiirler söyleyecek olgunlukta Farsça öğrenmiş, Mihrî Hatun ile
tanışıklık kurmuştur, Şiirin yanı sıra beste yapabilecek ölçüde musıki
çalışmaları da olan Zeynep Hatun 1563’de Amasya’da ölmüştür.
Fatih adına tertip edilmiş bir Divan sahibi olup, eldeki şiirlerine
bakılırsa açık ve sade bir söyleyişin sahibidir. Bir kıt’asının,

Senin hüsnün benim aşkım senin cevrin benim sabrım
Cihanda dem-be-dem artar tükenmez bî-nihâyettir,

beyti ünlüdür.


Mihrî Hatun:
Fatih dönemi şairlerinden olan Mihrî Hatun, Zeynep Hatunla birlikte adı
bilinen ilk Türk kadın şairlerindendir. Amasyalıdır. Asıl adı
Mihrünnisa ya da Fahrünnisa olup, 1460 ya da 1461 yılında doğmuştur.
Mihrî mahlasını kendisi de bir şair olan babası Mehmet Çelebi bin Yahya
(Belâyî)’dan almıştır.
Dillere destan bir güzelliğin, hayranlık uyandırıcı bir kültür ve
birikimin sahibi olmasına rağmen kendisine yöneltilen bütün evlilik
tekliflerini geri çevirerek ömrü boyunca bekâr kalmıştır. Dönemine göre
serbest bir yaşantının sahibi olan Mihrî, tarihçi Hammer tarafından
“Osmanlılar’ın Sapho’su” olarak isimlendirilmiştir. Çevresinde platonik
aşklarına dair fısıltılar daima mevcut bulunan Mihrî’nin, Müyyedzâde
Abdurrahman Çelebi ve Sinan Paşazâde İskender Çelebi’ye duyduğu aşka
dair ipuçlarına şiirlerinde de rastlamak mümkündür. Evinde düzenlediği
edebî meclisler gibi, samimi kadın duygularını çekinmeksizin şiirinde
terennüm etmiş olması cihetiyle de, kendisinden sonra yetişenler
arasında en çok XIX. asır şairi Nigâr binti Osman’a benzetilebilir. Ona
erken bir Nigâr Hanım olarak bakmak mümkündür.
Kolay söyleniyormuş izlenimi veren sade bir şiiri vardır ve bunlar
arasında en başarılı bulunanları nazireleridir. Dönem şairlerinden
Necati’nin etkisinde kalan Mihrî’nin, şiirlerini Necati’ye gönderdiği
ve onun şiirlerine nazireler yazdığı bilinmektedir.
Necati’nin ünlü Döne Döne redifli gazeline nazire olarak yazdığı ve;

Âteş-i gamda kebâb oldu ciğer döne döne
Göklere çıktı duhânımla şerer döne döne

matlalı gazeli bunlardan biridir.
1506 yılında Amasya’da ölen Mihrî Hatun’dan geriye eser olarak Divan’ı kalmıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vedat_54
UYE
Uye

UYEUye
avatar


Erkek
Mesaj Sayısı : 49
Points : 0

Reputation : 0
Kayıt tarihi : 28/05/08

Osmanlida Kadin Sairler Empty
MesajKonu: Geri: Osmanlida Kadin Sairler   Osmanlida Kadin Sairler EmptyÇarş. Mayıs 28 2008, 19:06


Hubbî Hatun:
Hubbî Hatun bir XVI. asır şairi olup Divan şiirinin zirvesini teşkil
eden Kanuni dönemini kadın şair olarak temsil etmektedir. (Aynı asırda,
Baki’nin hanımı Tutî Kadın’ın da şiir yazdığı söylenmektedir). Asıl adı
Ayşe olan Hubbî Hatun da Mihrî ve Zeynep gibi Amasyalıdır. Kanuni’nin
süt kardeşi Şemsi Çelebi’nin Hanımıdır. Bu yakınlık Hubbî Ayşe’nin
saraya intisabına zemin hazırlamış, önceleri II. Selim’in, sonra da
III. Murad’ın nedimesi olarak saray muhitinde şiiri için gerekli kültür
atmosferini bulmuş, zamanın hocalarından dersler almış ve Arapça’yı çok
iyi öğrenmiştir. Şuara tezkirelerinde kendisinden evvelki kadın
şairlerden daha kuvvetli olduğu ifade edilirse de, kadın duygularını
terennümü ve lirizmi bakımından Mihrî’nin önüne geçemediği fark edilir.
Erkeksi bir duyuşu vardır.
Gazel ve kasideler yazan, Hurşid ve Cemşid adlı üç bin beyti aşkın bir
mesnevisi olan Hubbî Hatun 1590 yılında İstanbul’da ölmüştür.


Sıtkî Hatun:
XVII. asrın ikinci yarısında yaşayan Sıtkî Hanımın asıl adı Ümmetullah
olup, bir kazasker kızıdır. Kardeşi Faize Hanım da şairdir ancak Sıtkî
kadar tanınmış değildir. Bayramiye tarikatıne mensup olan Sıtkî Hanım
gazel ve ilâhiler yazmıştır. Divan’ı ile Genc-i Envâr ve Mecmuaü’l
Hayal adlı basılmamış tasavvufî şiir mecmuaları bulunmaktadır. 1703
yılında ölmüştür.


Ani Hatun:
Ani Fatma kültürlü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğmuştur.
Akıllı, bilgili ve eğitimli bir kadın olup, “Hace-i Zenan (Kadınların
Hocası)” lâkabıyla anılmıştır. Arapça bilen, doğu ve Batı
edebiyatlarını öğrenmiş bulunan Ani Hatun’un bir Divan teşkil ettiği
söylenmekteyse de bu eser ele geçmiş değildir. Ani Hatun bir hattat
olarak da ün yapmıştır. Hattatlığının şairliğinden üstün olduğu bazı
tezkirelerde ifade edilmektedir. 1710 yılında ölmüştür.


Fıtnat Hanım:
Asıl adı Zübeyde olan Fıtnat Hanım bir şeyhülislâm kızı olup adı bize
kadar gelen kadın şairler arasında en dikkat çekicilerden birisidir.
Aydın ve şairi bol bir çevrede yetişmiş, edebî muhitlere girip
çıkmıştır. Şiirleri kadar nükteleri ve kendisi ile Koca Ragıp Paşa ve
şair Haşmet çevresinde teşekkül eden latifelerle de tanınmıştır. Ancak
bunların bir kısmı kaba olup, orijinal yazılı kaynaklarda mevcut
bulunmadığına bakılırsa uydurmadır. Fıtnat Hanım kendisini anlamayan,
ruhuna denk düşmeyen, şiirle uğraşmasına bir anlam veremeyen bir zât
olan Derviş Mehmet Efendi ile yaptığı evlilikte hiç mutlu olamamıştır.
Bir Divan teşkil etmişse de şiirlerinde kadın kalbinin samimiyetini
bulmak zordur. 1780 yılında ölmüştür.

Güller kızarır şerm ile ol gonce gülünce,

mısraı ile başlayan şarkısı çok ünlüdür.


Leylâ Hanım:
Bir kazasker kızı olan Leylâ Hanım, Keçecizâde İzzet Molla’nın
yeğenidir. Çocuk denecek yaşta evlendiyse de bir hafta üzerine, daha
ilk geceden kabalıklarına tanık olduğu eşinden ayrılmıştır. Saray
kadınlarıyla yakın ilişkisi olduğu bilinen, iyi eğitimli ve çok
kültürlü bir şairdir. Hazır cevaplığı ve nüktedanlığı ile de
tanınmıştır. Leylâ Hanım, Mevlevî tarikatine mensup olup Mihrî Hatun
kadar olmasa da kadın duygularını biraz olsun terennüm etmesiyle ve
zamanına göre bir kadın için serbest sayılabilecek söyleyişleriyle
dikkat çeker. Edebî bir çevrede yaşamış ve yazmaktan hiç uzak kalmamış
olan Leylâ Hanımın şiir dili açık ve sadedir. Bir Divan’ı vardır. 1847
yılında ölmüştür.

Pür âteşim açdırma sakın ağzımı zinhâr

mısraıyla başlayan

Zâlim beni söyletme derûnumda neler var

nakaratlı şarkısı çok ünlüdür.


Şeref Hanım:
Şeref Hanım şairi bol ve kültürlü bir ailenin kızı olarak 1809 yılında
İstanbul’da doğmuştur. Kadirî ve Mevlevî tarikatlerine mensubiyeti
bilinmekte olup, sıkıntılı bir ömür geçirdiği II. Mahmud’a ve Valide
Sultan’a yazdığı şiirlerden anlaşılmaktadır. Geleneksel kalıplar içinde
kalan şiirlerinde sade ve düzgün bir anlatım vardır. Divan sahibidir.
1861 yılında ölmüştür.


Sırrî Hanım:
Asıl adı Rahile olup Diyarbakırlıdır. 1814 yılında kültürlü bir ailenin
kızı olarak dünyaya gelmiştir. Divan kültürüyle yetişmiş, bir müddet
Bağdad’da yaşadıktan sonra İstanbul’a gelmiş, Kâmil Paşa konağının
şiir-edebiyat sohbetlerine katılmış daha sonra Kâmil paşa ile
evlenmiştir. Kızının ölümü üzerine yazdığı içli bir Mersiye ile tanınan
Sırrî Hanımın bir divan oluşturacak kadar şiiri vardır. Kadirî olan
Sırrî Hanım 1877’de ölmüştür.


Âdile Sultan:
Dönemi, kadın şairler bakımından diğer dönemlere nazaran daha zengin
bir görüntü veren II. Mahmud’un kızı olan Âdile Sultan, 1825 yılında
doğmuştur. Çağdaşı olan Leylâ ve Fıtnat Hanımlardan daha az başarılı
bir şairdir. Saray çevresinde iyi bir eğitim almış olmasına rağmen,
dil, vezin ve kafiye bakımından çözük bir dili vardır. Aruzun yanı sıra
hece ölçüsüyle de şiirler yazmıştır. Fuzulî, Şeyh Galib ve Muhıbbî
(Kanuni Sultan Süleyman) etkisindedir. Kızını ve kocasını kaybetmiş, bu
acılar şiirini etkilemiştir. Nakşıbendî tarikatine girmiş, hikemî
şiirler de yazmıştır. Kendi Divan’ı basılmamışsa da Muhibbî (Kanuni
Sultan Süleyman) Divanı’nın basılmasını sağlamıştır. 1898 yılında
ölmüştür.


Nakıye Hanım:
Şeref Hanımın yeğeni olan Hatice Nakıye Hanım 1845 yılında doğmuştur.
Daha ziyade bir eğitimci olarak tanınır. Eğitimli ve kültürlü bir kadın
olarak döneminde bir hayli hizmet vermiş, II. Abdülhamid tarafından bir
Şefkat Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Türkçe ve Farsça şiirler yazmışsa
da şairliği eğitimciliğinin gölgesinde kalmış, dergilerde dağınık halde
kalan şiirleri bir araya getirilmemiştir. Ancak bunların bir kısmı
kardeşi Nebil Bey’in Divan’ının sonunda bir bölüm halinde, bir kısmı da
Ahmet Muhtar Bey tarafından yayımlanmıştır. Hiç evlenmemiş bulunan
Nakıye Hanım 1879 yılında ölmüştür.


Münire Hanım:
Bir sadrazam kızı olan Münire Hanım 1825 yılında doğmuş ve iyi bir
eğitim almıştır. Mevlevî tarikatine mensup olup çoğu tasavvufî şiirler
yazmıştır. 1903 yılında ölmüştür.


Feride Hanım:
Kültürlü bir aileden gelmekte olan Feride Hanım 1837 yılında doğmuştur.
İlk derslerini, Arapça ve Farsça bilgisini babasından almıştır.
Hattatlığı da olan Feride Hanım nesih bir Kur’an yazmıştır. Önce
eşinin, sonra babasının ölümü üzerine içe kapanık bir hayat sürmüş,
1903 yılında ölmüştür.


Saniye Hanım:
1836’da Trabzon’da doğan Saniye Hanım şiir zevkini de aldığı babası
tarafından eğitilmiştir. Divan tarzı kadar halk tarzında da şiirler
yazmış, aruz kadar hece ölçüsünü de kullanmıştır. Bir Divan teşkil
edecek hacimde şiiri olduğu halde bunları tertip etmemiş olan Saniye
Hanımın birçok şiiri de bir yangında yok olmuştur. Evliliği sebebiyle
bir süre Rize’de yaşayan Saniye Hanım 1905 yılında Trabzon’da ölmüştür.



Fıtnat Hanım (Trabzonlu, Hazinedarzâde):
Tanzimat yıllarında yaşadığı halde geleneksel çizgide şiirler yazan ve
kendisinden yaklaşık 1,5 asır evvel yaşamış adaşı Zübeyde Fıtnat’la
karıştırılmaması için imzasını “Yeni Fıtnat” olarak atan Hazinedarzâde
Fıtnat Hanım 1842 yılında Trabzon’da doğmuştur. Dönemin Trabzon valisi
Hazinedarzâde Abdullah Paşa’nın kızıdır.
Dört yaşında iken ailesiyle birlikte İstanbul’a gelen Fıtnat Hanımın
eğitimine ailesi tarafından önem verilmiş, çok iyi derecede Farsça
öğrenmesi ve tahsiline evliliğinden sonra da devam etmesi sağlanmıştır.
Ancak şiir ve edebiyatla uğraşmasından hoşlanmayan bir adamla yaptığı
ilk evliliğinde mutlu olamadığı, kaynaklarda adı geçmeyen ilk eşinin,
uzun ve güzel olduğu için Fıtnat Hanımın kirpiklerini kestirmeye
kaykıştığı bilinmektedir. Kocasının şiir ve edebiyatı men etmesi
üzerine hattatlığa yönelen Fıtnat Hanım devrinde, bir güzellik
şöhretine de sahiptir. Ahmed Midhat Efendi’nin kuzeni olduğu söylenen
Fıtnat Hanım, Hakkı Tarık Us’un derleyerek yayımladığı mektuplara
bakılırsa[1] “Hâce-i evvel” ile bir muaşaka da yaşamıştır. Tertip
edilmiş fakat basılmamış bir Divan’ı vardır. Divan geleneği içinde eser
veren kadın şairlerin en önemlilerinden olup çağdaşı Leylâ (Saz)
Hanımla birlikte Tanzimat döneminde dergilerde açık imzası görünen ilk
kadın şairlerden biridir. 1911 yılında İstanbul’da ölmüştür.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vedat_54
UYE
Uye

UYEUye
avatar


Erkek
Mesaj Sayısı : 49
Points : 0

Reputation : 0
Kayıt tarihi : 28/05/08

Osmanlida Kadin Sairler Empty
MesajKonu: Geri: Osmanlida Kadin Sairler   Osmanlida Kadin Sairler EmptyÇarş. Mayıs 28 2008, 19:06


Leylâ Hanım (Saz):
1845 yılında İstanbul’da doğan Leylâ Hanım hekimbaşı İsmail Paşa’nın
kızıdır. Babasının görevi münasebetiyle çocukluk çağında yedi yıl kadar
sarayda bulunmuş, bunun neticesinde iyi bir eğitim almıştır.
Şairliğinin yanı sıra bestekârlığı ile de tanınan Leylâ Hanım, Fıtnat
Hanımla birlikte dergilerde açık imzasını gördüğümüz ilk kadın
şairlerdendir. Ancak onun da şiirinde yenilik çeşnisi yoktur. Divan
geleneğinin bir izleyicisi olarak yazdığı şiirlerini Solmuş Çiçekler
adı altında kitaplaştırmıştır. Leylâ Hanım saray çevresini ve
âdetlerini anlatan anılarıyla da ünlüdür. Ancak ilki bir yangında yok
olan anılarını ikici kez yazmak zorunda kalmış, bunlar 1920 yılında
Vakit gazetesinde yayımlandığı zaman çok ilgi çekmiş, Fransızca olarak
da kitap haline getirilmiştir. Leylâ Hanım 1936 yılında ölmüştür.


Mahşah Hanım:
1864 yılında Trabzon’da doğan Mahşah Hanım özel hocalardan iyi bir
eğitim alarak yetişmiştir. Aruz ile Divan tarzında yazdığı şiirlerin
yanı sıra, mensubu bulunduğu Nakşî, Kadirî ve Mevlevî tarikatlerinin
etkisi altında hece ölçüsüyle tasavvufî şiirler de kaleme almıştır.
Musıki ile de uğraşan Mahşah Hanımın güftesi ve bestesi kendisine ait
şarkıları vardır. Mün’im Şah yahut Zafer adlı bir tiyatro oyunu da
bulunan Mahşah Hanım 1933’de İstanbul’da ölmüştür.



Buraya kadar saydığımız isimlerin dışında, daha az tanınmakla birlikte,
Hatice İffet, Hasibe Maide, Feride, Habibe, Şerife Ziba, Fatma Kâmile
gibi şairler de XIX. asır içinde Divan geleneğini sürdürerek şiir
yazmaya devam etmektedirler.


B-YENİLEŞME DÖNEMİ

1839’da gerçekleşen Tanzimat hamlesi, sosyal hayattaki yirmi yıllık bir
uyum ve düalizm devresinden sonra 1860’da, ilk özel gazete Tercüman-ı
Ahval’in yayın hayatına girmesi ile izlerini edebiyatta da göstermeye
başlar. Bu tarih edebiyatımızda Batı doğrultusunda biçimsel ve zihinsel
yenileşmenin başlangıcı sayılır. Kadın şairler (tümüyle kadın edipler)
üzerindeki izleri bakımından Yenileşme dönemini kendi içinde, Tanzimat
yılları (1860’dan II. Meşrutiyete kadar) ve Meşrutiyet sonrası
(Meşrutiyetten Cumhuriyete kadar) olmak üzere ikiye ayırmak gerekir.


Tanzimat Yılları

Tanzimat yılları bir yandan eskiyi bünyesinde sürdürmeye devam ederken,
bir yandan da sosyal ve edebî anlamda yeniliğe geçişin temsilcisi
kadınlar kültür semalarında kendilerini göstermeye başlamışlardır.
Yeniliğin ilk ismi Nigâr binti Osman ilk eseri Efsus I’i 1887’nin
Temmuzunda yayımladığı sıralarda Mahşah, Leylâ (Saz), Fıtnat
(Trabzonlu) gibi kadın şairler geleneksel çizgide şiir yazmaya devam
etmektedirler. Öyle ki henüz dergilerde açık kadın imzalarıyla
karşılaşmak bile mümkün değildir. İlk kadın mecmuası olan Terakkî-i
Muhadderat ile arkadan gelen Vakit –yahut- Mürebbî-i Muhadderat, Aile,
İnsaniyet gibi kadın mecmualarında açık kadın imzaları yoktur. Bunların
bir kısmında sadece “Lisan-âşina bir Hanım” ya da “Mektepli bir Kız”
gibi rumuzlarla ya da Belkıs, Hayriye, Âdile gibi kimlik tesbitini
mümkün kılmayan tek isimlerle karşılaşırız. Kimliği belirlenebilen ilk
imzalar olarak, geleneksel çizgide eser veren Leylâ (Saz) ve Fıtnat
(Trabzonlu) Hanımlardan söz edilebilir.
Batı ölçeğine göre gerçekleştirilmesi telkin edilen hayat bu dönemde
kadın ediplerin, edebî kimlikleri kadar sosyal bir oluşun uzuvları
olarak da dikkat çekmesine zemin hazırlar. Tanzimat yıllarında sosyal
hayattaki değişimin, kadınlara yazma ve yazdıklarını yayımlama
hususunda nisbî bir cesaret verdiği fark edilir. Fakat dönem, kadın
imzalarına karşı güvensizdir. Üstelik sayısı henüz çok az olan kadın
şairlerin de cesur davranabildiklerinden söz etmek mümkün değildir.
Öyle ki ilk kadın romancımız Fatma Aliye, George Ohnet’den Volenté’yi
Meram adıyla dilimize çevirirken (1890) imzasını açık olarak koyamaz
da, “Bir Hanım” olarak görünmeyi tercih eder eserinin altında. Sonraki
yazılarında da bir süre “Bir Hanım” ya da “Mütercime-i Meram” olarak
kalacaktır. Ahmed Midhat, Fatma Aliye Hanımın romanı Muhazarat’ın
(1892) başında bu doğrultuda bir açıklama yapmak ihtiyacını hisseder.
Yine, romanı Udi’yi (1899) Ahmed Midhat’in yazdığı zannedilir. Keza,
Makbule Leman imzasının da bir erkeğin, hatta Muallim Naci’nin,
müstearı olduğu düşünülür. Abdülhak Mihrünnisa’nın Hazine-i Evrak’da
yayımlanan bir manzumesini okuyan Ahmet Rasim, bu şiiri bir kadının
söylediğine inanmak istemez. Nigâr Hanımın Efsus’unu bir kadının
yazdığına çok az sayıda kişi inanır.
Fakat dönem kadın imzalarına karşı güvensiz, kadınlar ürkek ve çekingen
olsalar da Tanzimat yıllarından başlayarak, edebî ve sosyal hüviyetleri
az ya da çok iç içe geçmiş öncü kadınlarla karşılaşmaya başlarız.
Yeniliğin roman ve tefekkür sahasındaki en kuvvetli temsilcisi Fatma
Aliye Hanımdır. Onun bir romancı olarak tebarüz etmiş kız kardeşi Emine
Semiye Hanım ile kısacık ömrüne on iki de şiir sığdırmış bulunan
Makbule Leman Hanımlar da yeniliğe geçişin ilk önemli isimleridir.
Fakat şiir ve sosyal yaşantı ölçeğinde yenileşmenin en dikkate değer
ismi olarak Nigâr Hanımın çok özel ve müstesna bir yeri vardır.


Nigâr Hanım:
Tanzimat döneminde yaşamış olmakla birlikte şiirlerinde yenileşmenin
etkisini taşımayan Leylâ ve Fıtnat Hanım gibi kadın şairlerden sonra
yeniliğin ilk temsilcisi olarak Nigâr Hanımdan[2] söz etmek gerekir.
1862 yılında İstanbul’da doğan Nigâr Hanım, Macar Osman Paşanın
kızıdır. Örtünme çağına kadar mahalle mektebinde ve bir Rum okulunda
okumuş, sonra özel hocalardan ders alarak, Doğu ve Batı bilgilerini
içeren kuvvetli bir eğitim görmüştür. Çok iyi derecede piyano çalan,
sekiz lisan bilen Nigâr Hanım bir mühtedi olan babasının ikliminde
Batılı bir sanat zevki ve yaşam çeşnisine açık olarak yetişmiştir.
Erken yaşta evlenmiş, fakat mutlu olamayarak eşinden ayrılmıştır. İlk
zamanlar geleneksel çizgide değerlendirilebilirse de, önceleri Ekrem’in
sonraları Servet-i Fünuncuların etkisi altında ve Fransız edebiyatını
orijinalinden takip edebilmiş olmasının da avantajıyla, yenilik
özelliği taşıyan şiirler vermeye başlamıştır.
Nigâr Hanım, döneminde sosyal hayattaki değişimin kadın ölçeğindeki en
önemli temsilcisidir. Sadece şiiri değil; giyim-kuşamı, konuşması,
davranışları, tesis ettiği edebî salonu ile de etik ve estetik bir
mitin sahibesidir. Şiirleri ve yaşantısıyla kadın şairler üzerinde
etkili olmuş, onlara yazma ve yazdıklarını yayımlama cesareti
vermiştir. Dahası, kadınlar kadar erkek şairler üzerinde de etki
yaratmış, hissî bir edebiyatın sirayetine katkıda bulunmuştur. II.
Abdülhamid tarafından bir Şefkat Nişanı ile ödüllendirilen Nigâr Hanım
bir dönem Hanımlara Mahsus Gazete’nin baş yazarıdır.Ferdiyetçi bir
muhteva taşıyan şiirinde Balkan Harbi ve I. Cihan Harbinden sonra milli
duyguların ağırlık kazandığı fark edilir. Dil ve vezin bakımından zaman
zaman çözük, fakat hakim vasfı samimiyeti olan bir şiiri vardır.
Sağlığında Efsus (I-I; 1887, 1890), Nîran (1896), Aks-i Sedâ (1899),
Safahât-ı Kalb (1901), Elhân-ı Vatan (1916) adlı eserleri yayımlanan
Nigâr Hanımın ölümünden sonra Tesir-i Aşk (1978) adlı tiyatro eseri
basılmış olup döneminde oynanan (1912) fakat basılmayan Gırive adlı bir
oyunu da mevcuttur. Yirmi cilt kadar olduğu bilinen günlüklerinin on
üçü Aşiyan müzesinde muhafaza edilmektedir. Bu muazzam eser bizde Batı
tarzında günlük edebiyatının da ilk örneğidir. Yaşantısı, eserleri,
hissedişi ile ilklere imzasını atan fakat birinci sınıf bir şair
olamayan Nigâr Hanım Meşrutiyet sonrasında değişen edebî beğeniye ayak
uyduramayarak geri planda kalmış, 1918 yılında İstanbul’da ölmüştür.
Nigâr Hanıma gelinceye kadar kadın şairlerde az veya çok ölçüde fakat
daima hissedilen erkek söylemi Nigâr Hanım ile etkisini kaybetmiştir.
O, samimi kadın duygularını terennüm eden ilk şairimizdir. Türk “kadın”
şiirinin Nigâr Hanımla başladığın söz
danetmek abartı değildir.

Makbule Leman:
Yenileşme döneminin Nigâr Hanımla birlikte burç isimlerinden biri olan
Makbule Leman[3] 1865 yılında İstanbul’da doğmuştur. V. Murad sarayında
Kahvecibaşı İbrahim Efendinin kızıdır. Bir görüşe göre Rüşdiyede
okumuş, sonra özel dersler alarak yetişmiştir. Bir dönem Hanımlara
Mahsus Gazete’nin baş yazarı olan Makbule Leman, II. Abdülhamid
tarafından Şefkat Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ömrünün son on dört
yılını tedavisi imkânsız bir hastalığın esiri olarak yatakta
geçirmiştir. Kısacık ömrüne şiirlerinin yanı sıra denemeler, hikâyeler
de sığdıran Makbule Leman’ın sağlığında yayımlanan şiirlerinin sayısı
on ikidir. Bunlar tür ayrımına gidilmeksizin Makes-i Hayal (1896)
adıyla bir araya getirilmiş, ölümünden (1898) sonra bu eser, eşi
tarafından, Makbule Leman hakkında yazılanlarla bir arada ikinci kez
bastırılmıştır.


Abdülhak Mihrünnisa:
Abdülhak Hamid Tarhan’ın en küçük kardeşi olan Abdülhak Mihrünnisa 1864
yılında İstanbul’da doğmuştur. Evlilik hayatında mutlu olamayarak
boşanmıştır. Dağınık halde çeşitli dergilerde ve mecmualarda kalan
şiirlerinde kuvvetle ağabeyi Hamid etkisinde kaldığı görülmektedir.
1943 yılında ölmüştür.


Meşrutiyet Yılları

II. Meşrutiyete takaddüm eden yıllarda şöhretinin zirvesinde bulunan
Nigâr Hanım, Fatma Aliye ve Emine Semiye gibi öncü kadınlar
Meşrutiyetin getirdiği yeni hayatın ve değişen edebî beğeninin
gereklerine ayak uydurmakta güçlük çekerler ve unutuluşun kucağına
zirveden düşerler. Bununla birlikte Meşrutiyet döneminde şiir ve nesir
sahasında eser verecek kadın ediplerimiz, arkalarında kısık sesli ve az
sayıda da olsa hemcinsleri tarafından açılmış bir yol bulurlar.
Meşrutiyet dönemi aydınının üzerinde fikir birliği ettiği alanlardan
birisi de “kadın” meselesidir. İslâmcılık, Türkçülük, Batıcılık,
Osmanlıcılık başta olmak üzere dönemin belli başlı fikir akımları
programlarında mutlaka “kadın” meselesine yer verirler. Çözüm önerileri
ve programlar az ya da çok farklılık gösterse de ortada “kadına dair”
bir problem ve “kadının durumunun iyileştirilmesi” gibi bir gereklilik
olduğu Meşrutiyet aydını tarafından tartışmasız olarak kabul
görmektedir. İyileştirme çarelerinin eğitimle iç içe durduğunun fark
edilmesi (hem kadının hem erkeğin eğitimiyle) neticesinde, Meşrutiyet
döneminde kadının eğitim seviyesinde önceki yıllara göre nisbî de olsa
bir iyileşme fark edilir. Kadın mecmualarının sayısı gibi eli kalem
tutan kadın sayısında da ani bir artış fark edilir. Meşrutiyetten
Cumhuriyete kadar olan dönem, kendini ifade hususunda imkânları daha
elverişli, lügatini nisbeten sadeleştirmiş, hece ölçüsü ve toplumsal
gerçeklerle tanışık, Divan edebiyatı etkisinden uzaklaşmış bir kadın
şair tipiyle karşılaşmamıza imkân hazırlamışsa da, bu şairin olgunluk
noktasını yakaladığından söz etmek henüz mümkün değildir.


İhsan Raif:
1877 yılında Beyrut’ta doğan İhsan Raif[4] bir mutasarrıf kızıdır.
Babasının görevi nedeniyle pek çok yer görmek imkânını bulmuş fakat
aynı nedenden dolayı düzenli bir eğitim alamamış, daha ziyade özel
hocalar elinde yetiştirilmiştir. Meşrutiyet devrinde parlayan en önemli
kadın şairlerden birisi ve hece ölçüsüyle yazan ilk kadın şairdir. O da
Nigâr Hanım gibi edebî salon tesis etmiş, şiiri zaman içinde toplumsal
bir muhteva kazanmıştır. Sade bir dili, yalın bir anlatımı vardır. 1926
yılında Paris’te ölmüştür.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vedat_54
UYE
Uye

UYEUye
avatar


Erkek
Mesaj Sayısı : 49
Points : 0

Reputation : 0
Kayıt tarihi : 28/05/08

Osmanlida Kadin Sairler Empty
MesajKonu: Geri: Osmanlida Kadin Sairler   Osmanlida Kadin Sairler EmptyÇarş. Mayıs 28 2008, 19:07


Yaşar Nezihe:
1880 yılında İstanbul’da doğan Yaşar Nezihe[5] yoksul bir ailenin
çocuğudur. Annesinin ölümünden sonra baş başa kaldığı babası okuması
yazması olmayan bir müstahdem olup, kızının okumasına ortam
sağlayamamıştır. Yoksulluğu ve eğitimsizliği ile, sosyal statüsü ve
yaşam standardı yüksek ailelere mensup diğer kadın şairlerden ayrılan
Yaşar Nezihe kendi kendisini yetiştirmiştir. Yoksulluk ve sıkıntılar
ömrü boyunca arkasını bırakmamış, yaptığı üç evlilikte de mutlu
olamamış, geçimini sağlamak için evde ve dışarıda çeşitli işlerde
çalışmak zorunda kalmıştır. Edebiyat, sıkıntılı hayatının yegâne
saadetidir. Şiirlerini Bir Deste Menekşe (1915) ve Feryatlarım (1924)
adlarıyla kitaplaştıran Yaşar Nezihe’nin yaşantısına âyinedarlık eden
karamsar bir şiiri vardır. Batı etkisi taşıyan şiiri yer yer toplumsal
ve siyasî değiniler de taşır. Güçlü ve dirayetli bir mizaca sahip olan
Yaşar Nezihe (Bükülmez soyadını almıştır), 1935 yılında İstanbul’da
ölmüştür.


Şükûfe Nihal:
1896’da İstanbul’da doğan Şükûfe Nihal, özel hocalardan eğitim almış,
Edebiyat fakültesini bitirmiştir. Başlangıçta Tevfik Fikret’in
etkisinde aruz ölçüsüyle şiirler yazarken zaman içinde Milli edebiyat
akımının ilkelerine uygun olarak hece ölçüsünü kullanmaya başlamıştır.
Aruzla yazdığı şiirleri Yıldızlar ve Gölgeler (1919) adı altında
kitaplaştırmıştır. 1928 öncesinde heceyle yazdıkları ise Hazan
Rüzgârları (1927) adlı kitabında bir araya getirilmiştir. Hikâye ve
roman sahasında da isim yapmış olan Şükûfe Nihal, edebî kimliğinin yanı
sıra yaşantısı ve faaliyetleri ile de dikkat çeker. Fatih mitinginde
etkileyici bir konuşma yapmış, Türk Kadınlar Birliği’nin kurucuları
arasında yer almıştır. 1973’de ölmüştür.



II-TAHLİL VE NETİCE

Buraya kadar tasvirini ve tarihçesini gözden geçirdiğimiz “Osmanlıda
kadın şair” olgusu; Osmanlıda geleneksel dönem içinde kadın şairin
erkek meslektaşlarına nisbetle neredeyse yokluğu anlamına gelmekte;
yenileşme döneminde ise, toplumsal varlık bilincine ulaşan kadın
şairin, bir türlü aradaki farkı kapatıp da şiirde olgunluk noktasını
yakalayamayışını işaret etmektedir. Klasik Türk edebiyatının, erkek
meslektaşlarıyla eşit edebî kıymette bir kadın şair çıkaramamış olduğu
cümlesi, Nigâr Hanıma kadar (nisbeten Mihrî hariç) gerçek kadın
duygularını terennüm eden bir kadın şair çıkamamış olduğu cümlesiyle de
aynı mana düzlemini tutmaktadır. Çünkü büyük edebî eserde, “içtenlik”
olarak yorumlayabileceğimiz bir “samimiyet” varlığı temel şartlardan
biridir ve bunun da cinsiyet ile ilgisi mutlaktır. (Burada söz konusu
edilen içtenliğin “yaşanmışın bire bir şiire dökülmesi” olarak
tanımlanabilecek sığ bir samimiyetten başka bir şey olduğu ve edebiyat
teorisinin önemli meselelerinden birini teşkil ettiği unutulmamalıdır).

Bu durum beraberinde toplumsal yapıyla birinci dereceden ilişkili bir
tahlil denemesi getirmek zorundadır. Kadının ruhsal yapısının şiirden
ziyade roman ve hikâyeye daha yatkın olduğu gibi zayıf, veya kadının
şiiri yazmaktan çok yazdırmak gibi bir yaradılış gayesine sahip
bulunduğu gibi iyice fantezist ve romantik karakterli görüşler bu
bahsin dışında tutulacak ancak, kadın mizacı ile şiir halini
ilişkilendirmeye çalışan bir psikolojik tahlil denemesine yine bu
bahsin sonunda yer verilecektir.
Divan geleneği içinde yetişen kadın şairlerin kendilerine mahsus
duyguları işleyerek şiir haline dönüştürmek yerine erkeksi bir söylemi
yüklenmelerinin nedenlerinden ilki mevcut toplumsal yapının kadın
üzerinde oluşturduğu baskı olarak gösterilebilir. Ahmet Rasim’in
Muharrir Şair Edip (1924)’de anlattığına bakılırsa kadınların şiir
biçimde bile duygularını ifade etmeleri, hele bazı sözcükleri
kullanmaları adamakıllı ayıp sayılmaktadır:
“Eski ve yeni şairlerimizin eserlerinde görülen, vuslat, visal, firkat,
firak, hicran, tahassür, zâlim, yar, gönül, aşk, muhabbet, sevdâ,
sevmek, nefret, vicdan, pâre, gözyaşları, uykusuzluk, nedâmet, âh u
zar, figan, nâme ve benzeri kelimelerin cilve yeri olan mısralar,
beyitler, manzumeler pek ziyade açık saçık telâkki olunuyordu. İhtimal
ki yeniler bilmezler, fakat siz ey eski şiir ve edebiyat müntesipleri
hatırlayabilirsiniz ki şâir Haşmet ile şaire Fıtnat ve bir de Koca
Ragıp Paşa aralarında vukûu kuvvetli kuvvetli tekrarlanıp duran
müstehcenlikler ve bayağılıklar ne kadar galiz ve kötüdür”.
Yenileşme dönemine dahi taşınan böyle bir yapılanmanın geleneksel dönem
içinde kadın ruhunda nasıl bir sakınım içgüdüsü gelişimine sebebiyet
verdiği tahmin edilebilir. Kadının en önemli meziyetinin “kendisinden
bahsettirmemek” olduğunun kabul gördüğü bir toplumsal psikoloji içinde,
şiir biçiminde olsun kendisinden söz etmek, duygularını, aşklarını,
acılarını, ümitlerini, kısacası manevi cazibesini sergilemek yani ki
kendisinden bahsedilmesine izin vermiş olmak kadın şair için
sakınılması gereken bir durumdur. Bir başka deyişle manevî cazibe de en
az maddî cazibe kadar setri gerektirir. Bu durumda kadın şair ya manevî
cazibesini şiirin ifade vasıtaları ile sergilemiş olmanın getireceği
toplumsal baskıyı göze almak zorundadır, ya da susmalıdır. Toplumsal
baskıyı göze alamadığı ancak yaradılışın kendisine yüklediği şairlik
yeteneğinin büyüleyici zorlamasından da vaz geçemediği yani susamadığı
anda kadın şairin yolu basit bir temkin programı geliştirmekten geçer.
Bunun en kestirme ifadesi de kendi kalbini, kendi ruhunu şiir haline
geçirmek değil; ifade klişeleri önceden belirlenmiş bir erkek söylemini
üstlenmekten, bir başta deyişle ödünç bir kalbi şiir biçiminde deşifre
etmekten geçer. Böylece kadın şair kendine (ve kendi cinsine) ait
olmayan duyguları ve duyuşları terennüm ederek büyük ölçüde meşruiyet
ve muafiyet zeminine çekilir. Her büyük eserin, yedeğinde, yukarıda
sözünü ettiğimiz ve “içtenlik” olarak yorumlayabileceğimiz bir
samimiyet özelliğini taşıdığını da düşünürsek, kadın şairin kendisine
ait olmayan taklidî bir kalbin gelenek içinde klişeleşmiş
hissedişlerini yüklenme çabasıyla daha peşinen mağlup konumunda olduğu
ortaya çıkar. Bu bakımdan Fuad Köprülü, Osmanlıda kadın şairleri
değerlendirdiği yazısında Nigâr binti Osman’ı ilk Türk “kadın” şairi
sayarken, onun, kadın duygularını samimiyetle terennüm edebilmiş olması
cihetinden hareket etmektedir:
“Mihrî, Zeynep, Leylâ, Fıtnat, Şeref gibi divanları ve hatıraları eski
tezkirelerle kimsenin uğramadığı kütüphanelerde uyuyan şairleri bir
yana bırakacak olursak, diyebiliriz ki, Nigâr Hanım edebiyatımızda
canlı ve samimi eserler bırakabilen hemen ilk şairemizdir. Tezkireleri
dolduran binlerce isimler arasında sayısı nihayet beş altıyı geçmeyen
eski kadın şairler Arapça ve Acemce ile karışık dili, Arap âlemlerinin
belagat ve fesahat kaidelerini Acem vezninin inceliklerini şüphesiz
Nigâr Hanımdan çok daha iyi biliyorlardı. Lâkin onların bilmedikleri
bir şey vardı. Zavallılar devirlerinin yanlış telâkkilerine kurban
olarak, sanatın samimilik demek olduğunu anlayamamışlardı. (....). Bu
kadın şairler yüreklerini çarptıran derin elemleri terennüm edecek
yerde, meyhaneden dönen harabat erenleri gibi eski bir rind, bir
kalender edasıyla mey ve mahbûbdan, dört kaşlı civanlardan, sakilerden
bahsettiler. Ve işte bundan dolayı eserleri, o harabat âlemlerini
samimi bir surette terennüm eden şairlerin nağmeleri yanında sönük
kaldı, unutuldu”.
Sebebi ne olursa olsun, geleneksel dönemde kadın şairlerin, duygularını
bir içtenlik öğesi olarak şiirlerine yedirememiş olmaları asırlar
sonraki hemcins meslektaşlarını da etkileyecek ve XX. yüzyılın sonuna
yaklaşıldığı 1990’ların Türkiye’sinde dahi aradaki eşitsizlik süre
gidecektir. Bugün hâlâ Yahya Kemal ya da Necip Fazıl ölçüsünde bir
kadın şairimiz yoksa ama Yakup Kadri ya da Kemal Tahir ölçeğinde
romancılar olarak Halide Edip ya da Adalet Ağaoğlu’dan
bahsedebiliyorsak, gelenek sorunsalını gözden geçirmek zorundayız
demektir. Çünkü sanat-edebiyat hadiselerini gelenek kavramı dışında
yorumlamanın imkânı yoktur. Toplumsal süreçte zuhur eden edebî
oluşumlar içinde birbirine en uzak gibi görünen iki örneği birbirine
yakın kılan şey asırlar içinde yerleşmiş olan edebî gelenektir. Bu
cümle, çağdaş bir şairin asırlar öncesine görünmez bir ilgiyle bağlı
olduğu şeklinde açılabilir. Günümüz şairlerinden herhangi birisi hiç
ilgisi yokmuş gibi görünse de XV. asır şairi Necati’ye ve arkadan gelen
asırlar içinde yetişen şairlere bir biçimde bağlıdır. Tıpkı yamaçtan
düşen kar topunun büyüyerek çığa dönüşmesi gibi. İlk bakışta ilk tabaka
görünür ama altta başka tabakalar yatmaktadır. Oysa kadın şairin
arkasında kendisi için boş bir gelenek yatmaktadır. Çünkü o, Divan
geleneği içinde kendisi değildir. Bu tablo önünde kadın şairin,
şiirdeki koşuya kendisi olarak ancak Tanzimat yıllarında katıldığını
hesaba almak zorundayız, yani erkek meslektaşlarına nazaran altı
asırlık bir donanımsızlığın dezavantajıyla. Çünkü kadının kendisi
olarak şiir söylemesine müsait bir toplumsal yapılanma ancak Tanzimat
yıllarında oluşmaya başlar. Altı asır gibi muazzam bir eşitsizliği
“yüklenerek” işe başlayan kadın şairin 100-150 yıllık bir zaman dilimi
içinde olgun örnekler vermesi beklenmez. Bu gerçek bugün münferit
anlamda gayet olgun şiirler söyleyen kadın şairlerin var olduğu
gerçeğini elbette örtmez. Ancak münferit kalan bu örneklerin taşıdığı
olgunluğun bir olgunluk vasatı olarak bütün kadın şairleri kuşatacağı
ve şairin isminin başından “kadın” sıfatının düşerek “şair”den ibaret
kalacağı günlerin gelmesini beklemek gereklidir.
Kaynak: Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Yigit
Co-ADMIN
AdMin

Co-ADMINAdMin
Yigit


Erkek
Mesaj Sayısı : 107
Osmanlida Kadin Sairler U21010
Ruh Hali : Osmanlida Kadin Sairler Neseli10
Points : 44

Reputation : 2
Kayıt tarihi : 24/04/08

Osmanlida Kadin Sairler Empty
MesajKonu: Geri: Osmanlida Kadin Sairler   Osmanlida Kadin Sairler EmptyÇarş. Mayıs 28 2008, 19:21

Emeğine sağlık kardesim paylaşım ve bililerin için teşekkurler
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Osmanlida Kadin Sairler
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Tatliaskim :: ♥♥ KÜLTÜR & SANAT ♥♥ :: Edebiyat & Felsefe-
Buraya geçin: